×

Bilge Ahmaklar: Saray Soytarıları

[avatar user=”cemozel” /]
Cem ÖZEL

Kullanıcı Hizmetleri Yöneticisi/Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi

Müthiş bir inceleme kitabı okuyorum: Hayatın Gizli Hazları. Kitap 28 bölümden oluşuyor ve her bir bölüm bir soru niteliğinde. “Mizah duygusu nasıl kazanılır?” başlıklı bölümde oldukça ilginç bilgiler var saray soytarılarına dair.  İlgili kısmı okurken, “Acaba, eskinin saray soytarıları müessesesinin yerini şimdi hangi müesseseler aldı” diye bir soru geçti içimden. Neyse ki bu sorunun yanıtını da buldum kitabın bu bölümünde. Kimler olduğunu açıklamadan önce biraz saray soytarıları hakkında kitaptan bazı bilgiler verelim:

“Saray soytarıları, insanlığın evriminde belirleyici etkiler yapmış gibi görünmezler normalde; ama en eski zamanlardan beri rastlanır onlara; krallar, firavunlar, imparatorlar, sultanlar ve hatta papalar tarafından şakşakçı tebaanın konuşmaya cesaret edemediği konuları dile getirmeleri için tutulurlardı.

Ne tuhaf! İnsanın gerçekleri söylemesi için illa ki soytarı mı olması gerekiyor? Güler Sabancı’nın kaleme aldığı “Bir Üniversite Var Ederken” adlı kitabın bir yerinde de buna benzer bir cümle vardı. Tam olarak hatırlamasam bile şu şekilde idi: “Arada ‘hayır’ deyiver de, iki kişi olduğumuzu anlayalım”.

Kitaba geri dönelim: “Soytarılar, eğlendirme işlevleri veya melankolinin ilacı olmaları itibarıyla da kesinlikle değer görürlerdi; ancak onların asıl önemi “darılmaca olmadan” her şeyi söyleyebilme hakkına sahip olmalarındaydı.” Hakarete verilen cezaya karşı dokunulmazlıkları vardı, başka hiç kimsenin sahip olmadığı bir ayrıcalıktı bu. Kraliçe I. Elizabeth’in soytarısı Richard Tarlton, kraliçeyi yüzüne karşı eleştirmek ve kraliçenin en sevdiği kişileri de “düzenbaz” diyerek alenen suçlamak hakkına sahipti. Etrafları dalkavukluk ve entrikayla çevrili kralların dışlanmışlığı ve yalnızlığı, yüksek mevkiler talep etme imkanı bulunmayan mütevazı soytarıları, hükümdarları gerçeklerle yüzleştirmek ve ikiyüzlülerle düzenbazlıkların maskesini düşürmek açısından vazgeçilmez hale getiriyordu. Palyaçovari kıyafetleri içinde baş aşağı amuda kalktıklarında dünyayı doğru açıdan görüyor gibiydiler. “Açık konuşan ve gerçeği söyleyen bir tek onlar var” diye yazmıştı Erasmus.

Bu bölümü okuyunca soytarıların önünde diz çökmek isteği uyandı içimde. Meğer ne ulvi işlevlere sahiplermiş. Acaba geri mi gelseler? Devlet memurluklarında kendilerine kadro mu açılsa!

Kitaptaki örneklerde sadece Batılılardan örnekler yok. Halife Harun Reşit’e de yer verilmiş: “Halife Harun Reşit’in soytarısı Abu Nawas, şehirde hayatın gerçekte nasıl olduğunu görmesi için efendisini kılık değiştirmiş halde geceleri Bağdat sokaklarına çıkarırdı. Kral ve soytarısı arasındaki ilişki oldukça samimi bir hal alabiliyordu.” Osmanlı döneminde, padişahların halk arasında tedbil-i kıyafet gezmesi buradan geliyor olsa gerek.

Soytarılardan bahsetmişken, bu sıfatın sadece erkekler için değil kadınlar için de bir iş kolu olduğunu hatırlatalım. Bundan sonrasını yine kitaptan okuyalım: “Soytarı “vefakar bir hakikat adamıydı” – ve bazen de hakikat kadını; Kraliçe Elizabeth’in kadın soytarısını “on iki çift yeni ayakkabı” ile ödüllendirdiğine dair kayıtlar vardır-.”

Saray soytarılarına, aslında yaptıkları işleri gereği daha güzel ünvanlar da verilmiş: Bilge ahmaklar,  Dürüstlük Asistanı, Yeni Parlatılmış Ayna, Berraklık Kazandırıcı… Bilgelik, dürüstlük ve berraklık ifadeleri günümüzde herkesin isteyebileceği sıfatlar olarak kabul edilebilir.

Bu isimleri duyunca aklıma, Aziz Nesin’in modern yalakaları konu edindiği; ama ismi şu an hafızamda olmayan hikayesi geldi. Onlar da özellikle davranış konusunda patronlarına yağ çekerdi hikayede. Örneğin akşam yemeğinde içkisini fazla kaçıran patronuna, “Çok içtiniz, bu da son” diyerek onları korumaya çalışır, patron da bu durumdan keyif alırdı.

Kitaptan çok alıntı yaptım, yapmaya da devam edeceğim. Yazarımız beni affetsin; ama bu güzel bilgileri herkesle paylaşmayı boynumun borcu hissettim. Bu günah çıkarma işleminden sonra alıntılarıma gönül rahatlığıyla devam edebilirim:

“En ünlü Çinli soytarı, Tung-Fang Shuo (MÖ 160-93), ölümünün ardından da yüzyıllar boyu bir efsane olarak kalmaya devam etti; çünkü yalnızca esprili değildi, aynı zamanda İmparator Wu’nun da keskin zekalı eleştirmeniydi, imparatoru savurganlığı ve yoksulların çıkarını göz ardı ettiği için kıyasıya eleştiriyordu. Verdiği yanıtlar her zaman şaşırtıcıydı, her sorunun veya olayın kimsenin fark edemediği farklı boyutlarını ortaya çıkarmak ve derin gözlemler yapmak kapasitesine sahipti. Ve gerçekler bütün bütün veya çiğ halde kolayca yenilir yutulur cinsten olmadığı için, soytarılar aynı zamanda şair, sihirbaz, müzisyen veya şarkıcıydılar; olayların nahoş yüzünü bir vecize, komik bir hikaye veya bir şarkı aracılığıyla aktarabiliyorlardı. Eğlendirici olmak en derin amaçları değildi; gerçeği aramak yolunda önemli sanatçılardı onlar. Tarihin gözden kaçırılan arka planlarından birini dolduruyorlar, sahteliklerin maskesini düşürüyorlardı.”

Yazımın başında modern soytarılar da var mı minvalinde bir soru sorduğumdan bahsetmiştim. Cevabını yine kitaptan alalım:

Soytarılara ihtiyaç duyanlar yalnızca krallar değildi; ortaçağın soyluları arasından yeterince parası olanlar da kendilerine soytarı tutuyorlardı. Fakat günümüzde ise, iş dünyasının kodamanları, “koçlarından” oldukça farklı bir şey talep ediyorlar ve “makara yapan” çalışanlarına kolay kolay hoşgörüyle yaklaşmıyorlar. Soytarıların ustalık kazanmış oldukları farklı sanatlar, ciddi uzmanlık isteyen meslek dallarına dönüşmüş durumda. Müzisyenler, sihirbazlar ve şairler ayrı yollarda yürümeye başladılar ve hakikat, bilgelikten ziyade bilgiyle tanımlanmaya başladı. Gerçekleri söylemeye niyetli saray soytarısının ruhu ise tiyatroda yaşatılıyor hala; insanların kendilerini, olduklarını hayal ettikleri şeyden daha farklı görebilmelerini sağlayan ayna vazifesi görüyor tiyatro ve aktörlerin bir başka insanın bedenine bürünüp kendinden farklı biri olmanın ne demek olduğunu keşfettikleri yer haline geliyor. Gazeteciler de, kamuya mal olmuş kişilerin yalanlarını ve gizli işlerini ifşa ettiklerinde saray soytarılarının mirasçıları halini alıyorlar; ancak gazetecilerin soytarılar gibi dokunulmazlık zırhına bürünme şansları olmuyor. Bazı ülkelerde kovuşturma ve hatta suikast tehlikesi ile karşı karşıyalar, (Allahtan bizim ülkemizde böyle şeyler olmuyor!) diğerlerinde ise halkla ilişkiler uzmanlarının yükselişiyle birlikte sesleri sürekli kısılıyor; şu anda gazeteci sayısının dört katı kadar halkla ilişkiler uzmanı var.   

Özetle söylemek gerekirse eskinin saray soytarılarının günümüzdeki temsilcileri koçlardan, tiyatroculardan, gazetecilerden ve halkla ilişkiler uzmanlarından oluşuyor. Bu yazıyı okuduktan sonra günümüzde de iyi anlamda soytarılara ihtiyaç olduğunu tüm kalbimle arzuluyorum.